Avustralya serimizin ikinci bölümü olan “Cairns” ile anlatımıma devam etmek istiyorum. Avustralya malum çok uzak. O kadar mesafe yol gitmişken mümkün olduğu kadar gezip görüp anlamak istiyor insan. Biz de 3 haftalık gezimizin 9 gününü Cairns ve Whitsunday bölgelerine ayırmıştık. Ekim ayının ikinci yarısına denk gelen gezimiz bölgeyi ziyaret etmek için en uygun zamandı. Cairns, Sydney’in kuzeyinde, Sydney’e 3 saatlik mesafede bir şehir. Hem Daintree yağmur ormanına hem de Great Barrier Reef’e yakın olması sebebiyle oldukça popüler bir tatil noktası. Bu bölgede tatil yapmak oldukça maceracı olmayı gerektiriyor. Doğası ve bakir olması sebebiyle oldukça vahşi. Bu tatilden zevk almak için doğada olmayı sevmek, doğanın parçası olmayı bilmek gerekiyor. Biz de bu zihniyetle yola çıktık. Doğayla mümkün olduğunca bütünleşebilmek için Cairns bölgesinde geçirdiğimiz 5 gün boyunca karavanla seyahat edip, karavanda yaşadık. Bizim için bir ilkti karavan ve korkularımız vardı. Ama hem karavanımız konforlu olduğundan, hem de doğada olmayı sevdiğimizden ve karavanla aslında ne kadar özgür olduğumuzu anladığımızdan tatilin bu kısmından çok keyif aldık.
Cairns’de uçaktan iner inmez ilk izlenimimiz çevrenin ne kadar yeşil olduğuydu. Hava hafif yağmurlu ve sisli puslu olduğu için yağmur ormanı havasını hemen hissettik. İlk olarak kiralık karavanımızı aldık. Karavanla ilgili kısa bir brifing veriyorlar. Aksi takdirde ilk kez kiralayan birisi için oldukça karmaşık. Sonra eşyalarımızı optimum şekilde yerleştirip yola koyulduk.
İlk olarak Cairns’e 45 dklık mesafedeki Kuranda village’e gittik. Tam bir yağmur ormanı kasabası. Orman içinde yürüyüş yapabileceğiniz “board walk” yani tahta yollar mevcut. Devasa uzunluktaki birbirinin içine girmiş sarmaş dolaş ağaçlar, sessizlik ya da sadece yağmur sesinin eşlik ettiği huzur dolu bir yürüyüş…Biz vardığımızda yağmur çok şiddetlendiği için fazla uzun yürüyemedik. Kasabanın içindeki Koala garden’ı gezip sevimli, uyuşuk Koalalar ile tanışıp, evcilleşmiş Kanguruları besledik. Sonra bir kafede oturup birşeyler atıştırdık. Kasabada hayat 17:00’den sonra bitiyor. Tüm dükkanlar kapanıp esnaf evine gidiyor. Aslında geleneksel Aborjin ürünü satılan birçok hediyelik eşya dükkanı vardı ama çok detaylı gezecek vaktimiz olmadı.
Hava kararmadan ilk gece konaklayacağımız Palm Cove karavan parkına ulaşmayı hedefliyorduk. Tabi öncelikle bir marketten alışveriş yapıp birkaç günlük yiyecek ve içeceği karavanımıza stokladıktan sonra. Palm Cove’u kolaylıkla (navigasyon sağolsun) bulduk. Karavan parklarının ortak özelliği şu şekilde; girişte resepsiyon kısmı oluyor. Elektrik olan ya da olmayan bölümden tercihinizi ve kaç kişi olduğunuzu belirtiyorsunuz. Genelde 3 büyük 2 çocuk ortalama her gece 40-50 dolar ödedik. Yerinizi gösteriyorlar, oraya park edip aracı elektriğe bağlıyorsunuz, temiz suyunu doldurup, kirli suyunu boşaltıyorsunuz. Biz akşam yemeği vakti vardığımız için hemen karavan parkının önündeki sahil şeridinde gördüğümüz
barbekülere yöneldik. Barbeküler daha önce Sydney’de de olduğu gibi burda da bedava ve burda da çiçek gibi tertemizdi. Hızlı bir barbeku sonrası yorgun argın da olsak kasabada turlayıp bastıran yağmurun zoruyla karavanımıza döndük ve yatıp uyuduk. Gece boyunca çok kere şiddetli yağmurun sesi ile uyandık, tabi ki yatak kadar konforlu değil ama yorgunlukla insan nerde olsa uyuyor. Ertesi sabah gün ışığı ile 6’da uyandık! Yağmur dinmiş, güneş açmış mis gibi bir hava bizi bekliyordu. Kahvaltımızı karavanın hemen yanına portatif masamızı açıp hazırladık. Hızlı ve pratik bir kahvaltı sonrasında plaja yöneldik. Denize pardon yani okyanusa giren pek kimse yoktu. Her yerde timsah çıkabilir, deniz anası çarpabilir tabelası olduğundan az biraz korkarak ayağımızı soktuk. Sonra kasaba daha yeni uyanırken kasabada turlamak, çocukların daha önce hiç görmedikleri cinsten, doğal plaj kumu üzerine kurulu yaratıcı çocuk parkında vakit geçirmek hepimiz için eğlenceliydi. Fazla vakit kaybetmeden Daintree village’a gitmek üzere yola koyulduk. Amacımız 2. gece orada konaklamak, tüm günü orada geçirmekti.
Öğlen olmadan Daintree village caravan parkına varıp karavanımızı park ettik. Daintree river boyunca timsah gözlemek için tekne turları olduğunu internette okumuştuk. Hemen ilk tekneye atladık. Yaklaşık 1 saat süren turda hem doğayı izleme, hem timsahları gözlemleme, hem de bolca fotoğraf çekme fırsatı oluyor. Çocukları zaptetmek çok kolay olmasa da gezi ve timsahlar ilgilerini baya çekti. Tur sonrasında bir şeyler yemek için bir restorana oturduk. Zaten o kadar ufak bir yer ki 1-2 restoran var sadece. Timsah eti denemek isterseniz timsah burgeri tavsiye ederim. Kanguru etinden kat kat yumuşak ve güzel. Yemek sonrası çevreyle ilgili bilgi almak için danışma ofisine gittik. İşte o zaman Daintree village civarında timsah turu dışında pek de yapacak birşey olmadığını, biran önce Cape Tribulation’a devam edip esas olarak günlerimizi orada geçirmemiz gerektiğini anladık. Karavan parkındaki görevliye fikir değiştirdiğimizi söyleyip tekrar yola koyulduk. Daintree’den Cape Tribulation’a devam etmek için kısa bir mesafe de olsa nehri geçmek gerekiyor, nehir üzerine köprü yapılmamış, sanırım sebebi doğayı korumak tam bilmiyorum. Onun yerine araçlarınızla binip 5 dakikada karşıya geçebileceğiniz ücretsiz feribot servisi var. Yollar ve doğa Cape Trib’e yaklaştıkça daha vahşi ve daha güzel olmaya başlıyor. Yol üzerinde güzel ve kalabileceğimiz bir karavan kampı olup olmadığını internetten baktık. Ama internet konusunda da hazırlıklı olmak lazım çünkü bölgede çoğunlukla internete erişim yok. Sonuç olarak orman içinde olan Lync-haven karavan parkında karar kıldık. Oldukça büyük bir alana yayılmış bir karavan parkıydı.
İlk geceki karavan parkından da çok farklıydı. Kendimizi gerçekten medeniyetten uzak ve doğada hissettik. Akşam yemeği yine park alanında barbekü oldu. Barbeküde yaratıcı olup etin yanına değişik sebzeleri de deneme girişimlerimiz oldu. Sabah kahvaltı sonrasında park alandaki yürüyüş rotalarından birini yürüdük. Orman içinde 40 dakikalık bir yürüyüş bize çok iyi geldi. Sonra da yine yola koyulduk. Bu yol üzerinde birçok yürüyüş rotası var. Beğendiğiniz birinde durup yürüyüş yapabilirsiniz. Genelde çoğu “board walk” yani kaybolma riskiniz yok. Biz Cape Tribulation plajına kadar gittik. Zaten daha sonrasında yola devam etmek istiyorsanız 4×4 bir araca ihtiyacınız var ve sanırım artık iyice vahşileşiyor doğa.
Plaj gerçekten muhteşemdi. Upuzun bembeyaz bir kumsal hemen arkasında Mangroove ağaçlarından bir orman. Ama okyanus yine bulanıktı, yine iç açıcı değil. Yine de çocuklarla kısa bir denize gir çık yaptık. Öğleden sonra Cape Tribulation’da bir çiftliğe tropik meyva tadımına gittik. Çiftlik sahiplerinin değişik bir hikayeleri var. Çift bundan 20 yıl önce macera için geldikleri bu bölgeyi çok sevmişler ve neden burda arazi alıp yağmur ormanında yaşamıyoruz ki demişler! Sonra uzak doğuya bazı seyahatler yapıp oralarda yedikleri her türlü meyvanın tohumunu, çekirdeğini toplayıp bu araziye gelişi güzel yaymışlar. Ertesi yıllar boyunca izlemişler en çok yetişenleri daha çok yetiştirmişler.
Ve sonuçta 100 küsür çeşit meyva yetişir olmuş. Biz sadece o mevsimde olan 10 çeşidi tatdık. En enteresanı “miracle fruit” yani mucizevi meyva idi. Yaklaşık 2 saat çiftlikte vakit geçirdikten sonra konaklayacağımız Cape Tribulation karavan parkına gittik. Gerçekten muhteşem bir karavan parkıydı. Karavan parkından yürüyerek ufak bir mangroove ormanından geçip 2 dk içinde plaja ulaşabiliyorduk. Kumsalda uzun yürüyüşler yapmak, fotoğraf çekmek, kafa dinlemek ya da karanlık çökünce yıldızları izlemek yapılabileceğiniz aktiviteler arasında. Bir de kumsalda ağaçtan düşmüş taze hindistan cevizi bulursanız kırıp yemek 🙂 Ertesi sabah plan Port Douglas’a devam edip günü orada geçirmekti. Cape Trib ve civarındaki izole, doğa ile iç içe ortamdan sonra Port Douglas oldukça büyük, hareketli ve turistik bir kasaba. Port Douglas karavan parkı, plaja ve kasaba merkezine yürüyerek 10 dk mesafedeydi. Önce biraz plajda vakit geçirdik sonra da kasabayı gezip ertesi gün için kendimize bir Great Barrier Reef turu ayarladık.
Akşam yemeğini kasabadaki bir Meksika restoranında yedikten sonra karavan parkına geri döndük. Ertesi sabah büyük gündü. Great Barrier Reef’e çok büyük bir tekne ile yolculuğumuz 1,5 saat sürdü. Oraya vardığımızda okyanus ortasındaki bir reef üzerine kurdukları platforma yanaştı tekne. Yaklaşık 4 saatimizi orada geçirdik. Hem dalış, hem şnorkel, hem denizaltı ile çocuklarla balık gözlem turu hem de öğle yemeği ile geçti bu süre. Gerçekten değişik bir tecrübeydi. Peki dalış için oralara gitmeye değer mi derseniz değmez, ama bu oluşumu dünya gözüyle görmeye değer mi değer. Gerçi Whitsunday civarı Great Barrier Reef’i görmek için çok daha güzel, o kısmı birazdan anlatacağım.
Turdan sonra karavanımızı alıp son karavan gecemizi geçireceğimiz Ellis beach’e hareket ettik. Ellis beach gerçekten rüya gibi bir karavan parkıydı. Karavanı resmen kumun üzerine park ettik. Önümüzde palmiyeler, uzun bir kumsal ve okyanustan başka bir şey yoktu. Yıldızların altında son karavan gecemizi geçirdikten sonra sabah güneş doğuşunu izlemek için 5.30 gibi kalkıp kumsalda yürüdük. Kahvaltı sonrasında toparlanıp gezimizin devam eden 4 gününü geçireceğimiz arabamızı kiralamak üzere Cairns’e gittik ve karavanı bırakıp uzun bir yolculuk olan Cairns-Airlie beach yoluna koyulduk. Airlie beach ve Whitsundays maceramızı da bir sonraki yazıda anlatıyor olacağım 🙂
Defne